29 Aralık 2014 Pazartesi

Selam 2015, Biz Dostuz!

Hatırlayanlarınız olacaktır, 2013'e veda ederken yılın değerlendirmesi tadında bir yazı kaleme almıştım. Bir süre sonra yazıyı blogdan kaldırsam da büyük keyifle dizmiştim kelimelerimi aslında... Yeni yıla üç gün kalmışken, uğruna karşılama yazıları yazdığım 2014 için bir de uğurlama yazısı yazmak istedim.
...

Kimi konularda gelenekselci olsam da, büyük oranda yeni olan her şeyi severim ben, pek çoğunuz gibi... Yeni olan tazedir. Biriktirmemiştir dolayısıyla yorulmamıştır ve temizdir. Umut doludur, güzelliklere gebedir... Her yeni yılı bu yüzden kutlamaz mıyız zaten? İyisiyle kötüsüyle geçen 365 gün vardır, geride bırakmaya hazırızdır çünkü değişen takvim yaprakları gibi yenilenmek isteriz...Yani en azından ben bunu her sene sonunda canı gönülden isterim.

2014 benim için tam anlamıyla 'rüzgar gibi geçti'... Geçen yılbaşı gecesi çektiğim tombala kartındaki rakamları bile hatırlıyorum derken sene bitmiş. Sizler neler yaşadınız, bitsin mi istediniz bitmesin mi istediniz bilmem ama ben pek bir şey anlamadım bu yıldan. Dönüp yazdıklarıma bakınca "aaa bu da bu yıl olmuş" diyorum. Geneli güzel geçen günleri geride bırakmaya hazırlanırken bu aceleci yıldan sizlere bir iyi bir de kötü haberim var:

Önce iyi haber...
2014 için hayatımın miladı diyebilirim. Çünkü öğrencilik hayatım resmen bitti. Kazanmak için çırpındığım üniversite, beş yılda su gibi akıp geçti. Fahri İzmirli kızınız artık Marmara Üniversitesi'nin mezun kadrosunda ve altı ay geçmesine rağmen buna hala inanamıyor. (Hayatımın sonuna kadar okuyacağımı falan düşünüyordum da ben... ^^ ) Allah isteyen herkese nasip etsin. Mezun olmak tatlı bir duygu...

Kötü haber ise sadece bu yıl değil bir ömür boyu tadımı kaçıracak bir konu... Kardeşim dediğim, canımdan bildiğim çok güzel bir adamı kaybettim bu yıl, hem de çok acı bir şekilde. Allah affetsin ama biri vefat ettiğinde hep "Ben dağ gibi babamı kaybetmişim gencecik yaşında, ona mı üzüleyim şimdi yaa." derdim fütursuzca . İşte bu yıl düşünmeden sarf ettiğim, boyumu aşan sözlerin bedelini ödedim ben. Allah ders verdi bana. Sarım'ın, can kardeşimin gidişiyle içim öyle bir düğüm düğüm oldu ki anlatamam! Kabul edemediğim, hatrıma geldikçe yutkunamadığım bir acı daha eklendi içime. Allah Hanifi Ören'i bizden daha çok seviyormuş demek ki erkenden aldı yanına, biraz da siz özleyin dedi bize de. (Bin kere daha mekanı Cennet bahçeleri olsun can kardeşimin.) Allah kimseyi sevdikleriyle sınamasın, çok zor...
...
Bu sene ajandamı pembe seçtim çünkü 2015'in toz pembe tadında geçmesini diliyorum, kendisinden beklentim büyük!


Evet, eski defterleri kapattık.
Önümüzde tertemiz, yeni sayfalar var ve biz ne yazarsak onlarla dolacaklar.
Umarım kalemi elinize aldığınızda sayfalarınıza gözyaşı yerine mutlu kelimeler akar...
2015'in hepimiz için, sevdiklerimiz için, ülkemiz için, tüm dünya için toz pembe tadında geçmesini diliyorum.
Allah kimseyi bu günlerinden geriye koymasın ama daha güzel günleri de bizlerden esirgemesin.
Mutlu yıllar!

Fahrizmirli'den sevgiler ^^





18 Aralık 2014 Perşembe

İlk Yıllar Akıllı Telefonu Ben De Destekledim Ama...

Geçenlerde Nil Karaibrahimgil'in bir yazısını okudum. Ve uzun zamandır benim de hayıflandığım bir konu olan internet / telefon bağımlılığı karşısındaki tutumunu pek beğendim. Oradan aldığım güçle benim de bu konuda söyleyeceklerim var dedim ve yazdım...
...
Bir süre önce kendime bir iyilik yaptım ve telefonumun internet paketini iptal ettirdim. İlerde çok elzem bi'şey olmadıkça da yeniden açtırmayı düşünmüyorum. Çünkü artık her an, her yerden ve herkes tarafından ulaşılır olmak beni yormaya başladı. Aslında iletişim kurmayı da sosyal medyayı da çok severim, zaten işim bu benim. İletişim Fakültesi mezunuyum; iletişim kurmak, konuşmak, anlatmak, yazmak mesleğimin gerekliliklerinden.. Hoş mesleğim olmasa da kendimi bildim bileli severim... Günlük tutarım, ajanda yazarım, işte kimlerin niye okuduğunu bilmediğim bir bloğum var...
Evet severim, sabahlara kadar oturup konuşabilirim ama telefonda değil! Sayfalarca yazarım ama telefona değil! Sevdiğim çok muzdarip bu durumdan mesela... 5 dk.dan fazla konuşunca "Tamam canım hadi kapat, tamam hadi bak ben şişmeye başladım." der kapatırım telefonu. Ya da benim kısa verdiğim cevaplardan kendisi anlayıp "O zaman kapatayım ben" der ve kısa keser telefon muhabbetini. Çünkü o telefon kulağıma yapıştığı an bana bi' sinir basıyor, gerçekten. Gün içinde olan biteni yüz yüze oturup anlatmak varken telefonda bir duyuya seslenerek ne diye anlatayım, bunu ne diye seveyim ayol! ^^
...

Akıllı telefon çıktı doğrudan iletişim bozuldu arkadaş! Artık birbirlerinin gözlerinin içine bakıp saatlerce konuşan insanlar kalmadı, ki iletişimin birinci şartı budur: Biri size bir şey anlatıyorsa göz teması kurup dinlemeniz ona "Sana ve anlattıklarına değer veriyorum, seni önemsiyorum" demenin birincil yoludur. Artık her arkadaş toplantısı kafalar telefona gömülü şekilde geçiyor, yalan mı?


Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi perişan, Maslow'un kemikleri sızım sızım sızlıyor... İlk basamaktaki fizyolojik ihtiyaçların yerini "Pardon WI-FI var mı? WI-FI şifreniz nedir acaba?" soruları alalı çok oldu. Dolayısıyla gidilen mekanlarda yemekler tabaklarda kalakaldı, buz oldu. E yazık oldu!

Sosyal medyada en çok eğlenenlerden biriyimdir. Canım sıkılınca Twitter'dan bir iki cümle yazmayı, Facebook'tan sevdiğim bir şarkıyı paylaşmayı ya da fotoğraflarımı düzenleyip Instagram'a salıvermeyi çok seviyorum! Ama artık yaşam destek ünitesine bağlıymış gibi telefona bağımlı yaşamaktan sıkıldım. İş yerinde bilgisayar başında olduğum süre içinde ilgileniyorum artık sosyal medyayla sonrasında gün benim!
...
Yani diyeceğim, ilk 1 - 2 yıl akıllı telefonu ben de destekledim ama artık herkes o elindeki telefonu sakince masaya bırakmalı arkadaşlar.

Fahrizmirli'den Sevgiler... ^^

(Bu arada Nil Karaibrahimgil'in bahsettiğim yazısını okumak isteyenler şöyle buyurun...)




2 Aralık 2014 Salı

Çeyizlere Katkı: Etamin İşi Havlu Kenarı

2014'ün son demlerinden herkese merhaba,

Nisan doğumlu olduğumdan olsa gerek tam bir bahar insanıyım ben. Bahar ve yaz... Çoğu insan gibi benim de kıpır kıpır, cıvıl cıvıl olduğum zamanlardır. Eve giresim gelmez, sabahtan akşama gezsem yorulmam hatta tatil olsa bile erkenden dikilebilirim ayağa; sabah güneşinin huzurunu kaçırmak istemem. Hele ki İzmir'deysem...

Amaaaa güneşin başka diyarları ısıtmak için gittiği, bizden elini çektiği kış aylarında durum değişiyor. Bende bir miskinlik, bir kalorifer peteğine yapışma hali, bir yataktan çıkmama isteği peydah oluyor ki sormayın. Üç ay evden dışarı çıkmasam, çayım/kahvem ve elbette kitabımla kendimi bir koltuktan diğerine atsam benden güzeli olmaz. (Tam bir Instagram kış kreasyon fotoğrafı betimledim, dikkatinizi çekerim. ^^ )

Neyse ki senelerdir kış aylarında vuku bulan "Bin dönüm bostan, yan gel yat Osman." halimden sıyrılmanın çok tatlı bir yolunu keşfettim de oturma eylemim bir işe yarar oldu. O tatlı yolun kanaviçe olduğunu çoğunuz biliyorsunuz artık sanırım. :) Daha önce kanaviçe nedir, nasıl işlenir, işlenecek malzemeler nereden temin edilir gibi bir yazı yazmıştım. Göz atmak isteyenler Yeni Başlayanlar İçin Çarpı İşi yazımı okuyabilir.

Şimdi, işi bir tık daha ilerletmiş olduğumu belirtip kayda değer şeyler işlemeye başladığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim sevgili okur. Öyle ki çeyiz yapmaya başladım! ( Evet, zamanında "Ben evlenmem yaa" diye bik bik öten biriydim, evrildim ve oturdum hanım hanımcık(!) el işi yapar oldum. Yakında el işi torbamı kapıp annemle gittiğim komşu meclislerine damgamı vurmayı planlıyorum, du bakalım :) )

Neler mi yapıyorum çeyize? Şimdilik sadece havlu. :) Ucunda kanaviçe işlemek için yerleri olan banyo havluları alıyorum, havlu kenarı motifleri buluyorum ve banyo havlusu işliyorum. Şimdiye kadar iki tane yaptım, üçüncüsü yolda...

Etamin havlularını nereden buluyoruz? Tabi ki Eminönü'den! Tarihi Kürkçü Han'dan alıyorum ben, başka nerelerde vardır araştırmadım açıkçası. Kenarları püsküllü ve püskülsüz, iki alternatifli olarak satılıyorlar. Beyaz, krem, gül kurusu, turkuaz ve cappuccino renk seçenekleri de mevcut. Fiyata gelirsek sadece 6,5 TL. İki üç renkli bir model işlediğimizi düşünürsek iplerle birlikte havlunun 10 TL maliyeti oluyor bizlere. Yani hazır havlulardan çok daha ucuz... İşleme bittikten sonra karşısına geçip eserinize bir bakınca, emeğinizin karşılığını görmeninse bedeli yok, tarifi yok. Evet, emeğimin karşılığını görmeyi çok seviyorum ama umarım bu işi abartmam. "Deli kız bir örnek bulmuş, bütün çeyizini ondan tamamlamış." işine dönmesin sonra, tek çeyiz havludan ibaret olmasın. :)

  
Yaptığımız havluları ve çeyizimizin diğer tüm parçalarını sağlıkla, mutlulukla kullanacağımız günlerimiz, huzurla yaşayacağımız evlerimiz ve en önemlisi bunlara sebep olacak hayırlı eşlerimiz olması dileğiyle...
Sevgiler Fahrizmirli'den... ^^

7 Kasım 2014 Cuma

Görülmemiştir Böyle 'Yüzyıllık Aşk'


Pastırma sıcakları sayesinde yaşama hevesimin yerine geldiği bir cuma gününden herkese selamlar! ^^ Böyle güzel havalarda İstanbul gözüme bir başka görünüyor gerçekten, yani biraz daha çekilebilir oluyor. (Sonra geçiyor tabi) İşte tam da bu sebepten üstümdeki miskinliği atıp bir haftadır yayınlamayı planladığım blog yazımı yazıp, beğenilerinize sunmak istedim.
...

Haberiniz var mı bilmiyorum, İstanbul Modern'de 25 Eylül'den beri bir sergi var; Yüzyıllık Aşk... Adını duyar duymaz insanda görme isteği uyandıran bu sergiye geçen hafta gittim,nihayet. Ve gördüklerim karşısında gerçekten etkilendim. Muhteşem bi' emek, imrenilesi bi' arşiv...
...

Yüzyıllık Aşk, İstanbul Modern'in 10. yılında, Türk sinemasının 100. yılına özel sunduğu bir sergi olup sinemamızı, kurulduğu yıl olarak kabul edilen 1914 tarihinden günümüze kadar -daha çok seyirci gözünden- yansıtma özelliği taşıyor.


Git gide büyüsünü yitirdiğine inandığım sinemanın 'Yeşilçam' yıllarında gördüğü ilgi ve sevgi çok acayip bence. Yani düşünsenize izleyiciler, oyuncuları gerçek gibi algılayacak kadar kaptırabiliyorlarmış kendilerini. Sinemaya girebilmek için mahşeri kalabalıklarda beklenen kuyruklar ya da bir filmi günlerce analiz etmeler... Şimdilerde anılan haliyle 'fan' sevgisi değil bu bana kalırsa, başka türlü bir sevgi. Belki de her şeyin daha anlamlı olduğu ve gizini koruduğu o güzel zamanların bir getirisi... Bilmiyorum. Ama şimdiki 'yavanlığın' o zamanlarda olmamasına bir yandan sevinirken diğer yandan imreniyorum. Kalmadı şimdilerde o derinlik çünkü. Aklımın erdiği kadarıyla 'Yeşilçam' yıllarına götürüyor beni bu sergi, yaşayamadığım yıllara uzaktan bakıyorum gezerken ve içimde güzel hisler uyandırıyor. Sergide sunulan belgelerin kişisel çabalarla arşivlenmiş ve bu proje için bir araya getirilmiş olması ise sergiyi daha da kıymetli yapıyor gözümde.

(Yeşilçam yıllarından kalan bir dergi sayfası... Her hafta dergiye bir sinema oyuncusu konuk olur ve gelen aramaları karşılayarak seyirci sorularına yanıt verirmiş. Bence çok samimi ^^ )






Bu sergide en çok etkilendiğim bölüm Yılmaz Güney için hazırlanan dolap oldu. Üstadın kendi el yazısıyla yazdığı kartları, mektupları görmek beni çok mutlu etti.
      

Aslında çok da anlatıp 'gitmiş kadar olmanızı' istemiyorum. Benim amacım kısa bir ön bilgi vermek. Oraya gidin ve sinema odasına girip çok sevdiğimiz o Yeşilçam filmlerinin en unutulmaz bölümlerini plaklardan izleyin bence. Şayet iyi bir sinema izleyicisiyseniz sizler de bu sergiyi çok seveceksiniz.

                                  

         ( Bana bu klişe fotoğrafı çekmeyi nasip eden Allah'a "şükürler olsun" demek istiyorum :) )

Minik bi' hatırlatma; İstanbul Modern'e gidip Yüzyıllık Aşk'a tanıklık etmek isteyenler için son gün 4 Ocak 2015.
Hazır pastırma sıcakları boy gösterirken bu havaları iyi değerlendirin bence, sonra bir süre daha lahana gibi kat kat giyinmek durumundayız. 
Gidecek olanlara şimdiden keyifli gezmeler diliyorum.
Sevgiler ^^





29 Eylül 2014 Pazartesi

Hazır Alma,Kendi Zeytinini Kendin Yap!

Merhaba kim olduğunu bilmediğim sevgili okur,
Ben bu blogun üşengeçlikte ve ihmalkârlıkta zirveye oynayan yazarı, nasılsınız?
Son yazının Haziran ayına ait olduğunu düşünürsek adımın önüne eklenen sıfatlar artar ama neyse çok takılmayalım ona. ^_^

...

Şimdi buraya, "ay şöyle nefis bir yazdı,vay efendim böyle iyi geçti" gibi bir paragraf kondurayım isterdim desem yalan söylerim. Hiç içimden gelmiyor zira. Sadece bu yazın da bana yetmediğini,yine de heybeme pek çok şey eklemeyi nasip ettiğini belirtip asıl konumuza gelmek isterim.
...

Bir iki sene evvel sonbaharda İzmir'e gitmiştik. İlk o zaman bahçemizdeki zeytinleri toplama imkanı bulduk. Sorduk soruşturduk nasıl yaparız diye ve ilk salamura zeytinimizi yaptık. Acemi şansı mıdır bilinmez o zeytinlerin tadı efsane oldu.Bu sene ise ne yazık ki hasat bensiz yapıldı. Ama salamura işlemi tabi ki benden kaçmadı. ^_^

...

Salamura yapımına gelirsek, öncelikle zeytinleri bir güzel yıkıyoruz tabi ki. Sularının süzülmesini beklediğimiz zeytinleri siyah olanlar ve hâlâ yeşil kalanlar olarak iki gruba ayırıyoruz. Siyah olanları birer birer pet şişeye doldurup,içine bir miktar kalın tuz koyup ağzını sıkıca kapatıyoruz.




Bundan sonraki işlem yan yatırdığımız şişeyi yuvarlamak... Her gün mutlaka bir süre pet şişeyi yuvarlayıp,kalın tuzun zeytinlerle temas etmesine yardımcı olmalıyız ki zeytinler acı suyunu bıraksınlar.Bu işlemi en az bir ay sürdürmeliyiz,daha sonra tadına bakarak sevdiğimiz acılık oranına göre kahvaltılık tabağa alıp üzerine zeytinyağı gezdirip servis edebiliriz.

Yeşil zeytinin yapımı siyaha oranla biraz daha meşakkatli. Çünkü yeşil zeytinleri yapmak için kırmak ya da çizmek gerekiyor. Yıkayıp sürdürdüğümüz zeytinleri bir bıçak yardımıyla çekirdeğine değmeyecek şekilde iki-üç yerinden çiziyoruz. Pet şişeye doldurduğumuz zeytinlerin üzerine çıkacak şekilde su ekleyip,ağzını sıkıca kapatıyoruz.




Güzel haber,yeşil zeytinler için yuvarlama işlemi yok. Onların tatlanması için sularını değiştirmek gerekiyor. Ne kadar sık değiştirirsek o kadar çabuk tatlanırlar.(Kullanılan suyun kaynayıp soğumuş su ya da kaynak suyu olmasını öneririm.)

Marketlerden,pazarlardan kafamızda bin bir cevapsız soruyla ve bir dünya parayla aldığımız zeytinleri yapmak işte bu kadar kolay ve ucuz. Renklendirici yok,koruyucu yok,kimyasal tek bir madde yok. Sağlık var,iç rahatlığı var,lezzet var. :)

Evet belki yeşil zeytinleri çizerken sırtınız ağrıyacak,elleriniz uyuşacak,parmaklarınızın ucu kararacak ama zeytinleri şişelere doldurup karşılarına geçip izlediğinizde tüm yorgunluğunuz gidecek.Tatlanan zeytinleri sevdiklerinize ikram ettiğinizde dudakların memnuniyetle kıvrılmasının verdiği mutluluktan hiç bahsetmiyorum bile... :)

Sizler de ucuz ve sağlıklı yoldan zeytin tüketmek isterseniz,Ekim sonu itibariyle pazarlarda ham zeytin bulabilirsiniz. Yapınız,sevdiklerinizle birlikte keyifle tüketiniz. 
Ağzınızın tadı,sofranızın bereketi eksik olmasın efenim.
Sevgiler. ^_^

2 Haziran 2014 Pazartesi

Sarah Jio'nun Sır Küpü Kitapları

Eminim sizler de fark etmişsinizdir, son dönemlerde rafları rengarenk ayraçları ve kapakları olan kitaplar süslemeye başladı.Esasında okumaya teşvik etmeleri açısından iyi bir girişim ama ben daha çok 'içerik vasat olduğundan böyle şeylerle dikkat çekmeye çalışılıyor' diye düşündüm ilkin.Bu nedenle Sarah Jio'nun kitaplarını görmezden geldim inatla.(Evet ön yargılı olduğumu biliyorum ^_^ ) İşte sonrası malum; yapılan yorumlara kayıtsız kalamadım,merakıma yenildim ve tıpış tıpış gidip aldım. (Sözünü yemek konusunda bir dünya markasıyım çünkü ^_^ )

Mart Menekşeleri,Yağmur Sonrası,Böğürtlen Kışı ve Son Kamelya derken dört kitabı da bir solukta okudum.'Bir solukta' tabiri bu kitaplar için biçilmiş kaftan gerçekten.Hepsi de çok akıcı olduğundan en fazla iki gün kalır elinizde. Dört hikayenin de çerçevesi yaklaşık olarak aynı; geçmişten gelen bir sırrın beklenmedik şekilde birbirleriyle bağlantılı olan olaylar sayesinde çözülmesi... Çok basitmiş gibi yazdım ama işlenen konular sarıp sarmalayan ve merak duygusunu diri tutan cinsten.Dili açısından bir değerlendirme yapacak olursam, çeviri kitap oldukları için edebiyat namına bir şey beklememek lazım.Dolayısıyla sıradan cümleleri hoş gördüm bu kitaplarda.

Ben mutlu sonlar insanı olduğum için  ilk üç kitabın finalinden memnun kalmıştım ama aynı şeyi Son Kamelya için söyleyemeyeceğim.Çok havada kalan,yetersiz ve aceleci bir son olmuş bana kalırsa. Keşke kitap biraz daha uzasaymış ve daha nitelikli bir şekilde son bulsaymış diye düşünmeden edemedim.


Şaşırtıcı olay örgüsü sayesinde kendini sevdiren Sarah Jio kitaplarıyla hala tanışmadıysanız okuma listenizin başına almanızı öneririm.

Okuma vakitleriniz ve keyifleriniz bol olsun.
Sevgiler ^_^

6 Mayıs 2014 Salı

HIDIRELLEZ AHIRKAPI ŞENLİKLERİ

Dün gece gül ağaçlarına asılan dilekler sabahın nurunda alınıp suya atıldıysa bir Hıdırellez yazısı okumaya buyurmaz mıydınız?

Bilindiği gibi,her sene 5 mayısı 6 mayısa bağlanan gece Hızır ve İlyas peygamberlerin buluştuklarına,bolluk bereket getirdiklerine inanılır ve Hıdırellez olarak kutlanır.Bu vesileyle beyaz kağıtlara yazılan dilekler gül ağaçlarına asılır ya da toprağa resimleri çizilir,evlerde tütsüler yakılır,ateşin üstünden atlanır vs.
Tüm bunları hurafe olarak görenlere saygı duymakla beraber ben yapılmalarında bir sakınca görmüyorum açıkçası. Sonuç olarak dilekler yine Allah'tan isteniyor,Hıdırellez gecesi sadece bir aracı olmuş oluyor.

Bir de bu gecenin eğlenceli tarafı olarak yurdun dört bir yanında şenlikler yapılıyor. İstanbul'da bu şenliklerin adresi 2000 yılından beri Ahırkapı... Kumbara Sanat Atölyesi,Ahırkapı Müzisyenler Derneği ve Ahırkapı Roman Kültürünü Yaşatma Derneği tarafından düzenlenen etkinlikler oldukça renkli geçiyor. Mahallesi arası diye tabir edilen dar sokaklar boyunca ışıklandırmalar yapılıyor,yürürken 5 adımda bir ezgi değişiyor, duvarlara dilek asmak için bezler geriliyor ve en güzeli farklı tarzlardaki insanlar burada bir araya gelip aynı oluveriyorlar.Belirtmek gerekir ki Ahırkapı halkı bu etkinlikte büyük rol oynuyor.Seyyar köfte arabalarıyla karın doyuranlar,zil/tef satanlar,adım başı 9/8'lik ezgilere hayat verenler hatta evlerinin tuvaletlerini kullanıma açanlar...Hepsi de çok şeker insanlar ve geceye ruh katıyorlar.






(Telefon kamerasıyla yakalayabildiğim kareler)

Biz de birkaç kafadar olarak son iki senedir katılıyoruz Ahırkapı şenliklerine ve gerçekten çok eğleniyoruz. Hazır kıt'a gittiğimizden olsa gerek davul sesini duymamızla "Allaaaahh,amaaaaan" diyerek oynamaya başlamamız bir oluyor ve biz dahi anlamadan içimizdeki roman ortaya çıkıyor. :)



Eğer ki bugüne kadar Ahırkapı'da Hıdırellez kutlamadıysanız seneye bir uğramanızı öneririm.
Ve bu sene yazıp,çizdiğiniz tüm isteklerinizin kabul olmasını dilerim,tabi hayırlıysa...
Hayırsızsa zaten hiç olmasın. :)

Sevgiler ^_^

23 Mart 2014 Pazar

Ural Ataman Klasik Otomobil Müzesi

Geçtiğimiz haftalarda sevdiceğime bir hoşluk yapsam da mutlu olsa diye düşünüyordum ki araştırmalarım sonucu tam da Onun zevkine göre olan bir yer keşfettim:Ural Ataman Klasik Otomobil Müzesi...

Evet,her erkek otomobil sever ama bazıları daha çok klasik sever.Benim sevdiceğim de klasik otomobil tutkunlarından,yolda bir tanesini görünce beni unutup peşinden gidebilecek kadar hem de. :) Dolayısıyla mutlu olması için bir klasik otomobil müzesine gitmemiz çok yerinde olacaktı. Biz de kalktık gittik.Gitmeden önce kutsal bilgi kaynağı Google'dan araştırma yapmak istedim ama sınırlı şeyler çıktı karşıma, bu yazıyı ona istinaden yazmaya karar verdim.

Müze Hakkında
Gelmiş geçmiş en güzel araçların sergilendiği müzede 1926'lı yıllardan başlayarak değişik yıllara ait birçok otomobil yer alıyor. 1954 model Corvette'den 1962 model Impala'ya kadar daha nice klasiğin yer aldığı müzede savaş jeepi ve itfaiye aracı da sergileniyor. Dışarıdan bakıldığında ne olduğunu kestiremeyeceğimiz sergi binasının içi şimdiki zamandan bağımsız gibi adeta.Ve otomobillere ilgi duymayanların dahi dikkatini çekecek kadar hoş bir atmosfere sahip.

Ziyaret Saatleri ve Ücreti
Hemen belirtmeliyim ki müze sadece cumartesi günleri, 11:00-18:00 saatleri arasında açık. Giriş ücreti ise 5 TL.

Ulaşım
Ferahevler Nuripaşa Caddesi üzerinde yer alan müzenin internet sitesinde adresi var ama kapı numarasında bir değişiklik olmuş,müze artık 81 değil 107 numarada bulunuyor. Müzeye ulaşım toplu taşımayla oldukça kolay;Hacıosman metro istasyonundan çıkınca yan taraftaki otobüs durağından 29D numaralı otobüse binip 'Metin Oktay durağında' inerek müzeye ulaşabilirsiniz. Ya da yine aynı yerden, üzerinde Metin Oktay yazan kırmızı şapkalı minibüslere binip müze önünde inebilirsiniz.

Daha ayrıntılı bilgi için: http://www.atamanmuseum.com/tr/



Yanı başımızda olmasına rağmen bilmediğimiz bir müzeydi.
Gidip gördük ve koleksiyonu çok beğendik.
Ziyaret etmek isteyenlere keyifli gezmeler dilerim. ^_^





17 Mart 2014 Pazartesi

Başka Türlü Bir Zeka: Menteşler'in Murat

Murat Menteş'i tanımayan var mı? Ne acı ki ben geçtiğimiz yılın son aylarına kadar tanımıyordum. Ve adam iki binli yılların başından beri edebiyat dünyasında arz-ı endam ederken kış uykusunda falan olduğumu düşünüyorum.Çok geç kalmışım.Hala okumayan varsa çok geç kalmış.

Tanımak isterim diyenler için buyurunuz -benim gözümden- Murat Menteş:

Menteş'in yazdığı üç romanı var şimdilik; Dublörün Dilemması, Korkma Ben Varım ve Ruhi Mücerret.İsimleriyle bile ne kadar farklı olduklarını anlatan bu eserlerden ilk ikisini büyük bir keyifle okudum. Hani bazı kitapları okurken hayatımıza dokunan satırların altını çizmek isteriz ya,ben kalemi elimden bırakamadım.Gözüm gibi baktığım kitaplarım çiziklerle doldu ama hepsi de çok yerinde çizikler oldu.

Murat Menteş kitaplarının konusunu oluşturanlar belki de milyonda bir yaşanan hayatlar.Bu hayatları öyle enteresan kurgulamış öyle güzel tasvirlerle bezemiş ki küçük bir kıvılcımdan yangın çıkarmayı başarıp dört başı mamur yapıtlar haline getirmiş.Öte yandan karakterlere Nuh Tufan,Şebnem Şibumi, Hayati Tehlike gibi isimler vermesiyle de kelimelerle ne denli güzel oynadığını göstermiş bizlere.

Bu kadar tuhaf isimli karakterlerin olduğu bir roman ne kadar garipliklerle dolu olur bir düşünün...Mesela  Korkma Ben Varım'da Hayati Tehlike'nin yaşadıklarını anlatan bir bölüm var.Adam Boğaz Köprüsü'nden atlıyor,yaralanıyor ama kurtuluyor.Denizden çıkıp evine gidiyor falan... Ne absürd dimi? Okurken bunu fark ettiğinizde kapağı kapatıp kitapla muhabbetinizi bitirebilirsiniz pekala.Ama yapamıyorsunuz. Kurgunun garip çekimine kapılıp "eee daha daha..." derken buluyorsunuz kendinizi ve okuduklarınız 'garip' bir şekilde saçma gelmiyor size. Bu yüzden Murat Menteş acayiplikler mühendisi bence. :)

Okuduklarımdan sonra Murat Menteş'in entelektüel kişiliğine büyük bir hayranlık duymaya başladım. Bana kalırsa kendi bellek havuzunu doldurmadan kalem sallayan bir yazar değil Murat Menteş. Bazı şeyleri çoktan aşmış,özümsemiş ve okuruna sunmasını iyi bilmiş bir yazar. Her sayfası saygı duyulası bir birikimin ürünü olan kitapları okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacağınızı düşünüyorum. :)



Normalde olsa hüngür hüngür ağlayacağımız şeylere kıs kıs güldüren bir yazar Murat Menteş...
Kahve değil çay içerken okunması gereken bir yazar Murat Menteş...
Daha çok yazması gerektiğine inandığım bir yazar Murat Menteş...
Benden bu kadar,sizlere keyifli okumalar. ^_^


Not: Yazar ile tanışma sürecimde sorularımı bıkmadan cevaplayan en tatlı ve en sıkı Murat Menteş okuru olan Tuğba Şen'e teşekkür etmeyi bir borç bilirim. ^_^

14 Mart 2014 Cuma

Muzlu Çikolatalı Pasta

Bu sene annemin doğum gününde bir değişiklik olsun istedim ve yaş pastasını kendim yaptım. Yaptım demeye de utanıyorum aslında çünkü yaptığım hazır malzemeleri bir araya getirmekti yalnızca. :) Yine de pastamız görüntüsü ve lezzeti itibariyle beğenildi,yoğun ilgi gördü ve kesildiği an bitti. :) 

İşte o pastanın malzemeleri ve yapılışı şöyle:

*1 hazır kakaolu pastaban
*1 paket kakaolu pasta kreması
*1 litre süt
*1 paket kakaolu creme ole
*1 çay bardağı damla çikolata
*1 adet muz
*1 büyük boy rulo kat
*1 fincan kaynar su
*1 tatlı kaşığı nescafe

Nescafeyi  kaynar suda eritip pastabanın katlarını ıslatıyoruz. Creme oleyi, paketin arkasında yazdığı doğrultuda hazırlıyoruz ve ilk katın üzerine yayıyoruz.Üzerine ince kestiğimiz muz dilimlerini ve damla çikolataları dizip ikinci kat pastabanı üzerine kapatıyoruz. Pasta kremasını hazırlayıp pastanın üzerini komple kaplıyoruz.Daha sonra etrafına rulo katlarla çit çekip, üzerini dilediğimiz gibi süslüyoruz.

Bu pastayı ben de ilk kez denediğim için acemilik eserim oldu.Yaptığım minik hatalar vardı bunlar olmasa çok daha başarılı olabilirdim. :) Bu pastanın en önemli olayı creme olenin kıvamı bence.
Üzerinde yazıldığı gibi yarım litre değil de bir miktar daha az sütle yapılsa ve yoğun bir kıvam elde edilse çok daha iyi olur diye düşünüyorum.Ya da creme oleyi daha önce yapıp dolapta biraz donmaya bırakabiliriz. Diğer türlü kekin üzerinde durmuyor akıp gidiyor. 




İşte size şipşak doğum günü pastası...
Üşenmeyin yapın, sevdiklerinizi sevindirin. :)
Şimdiden afiyet olsun.  ^_^

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yine Bir Şey Öğrendim: Girit Usulü Portakal Reçeli

Hafta sonu annemle işlerimizi bitirmiş yorgunluğumuzu atıyorduk.İkimizin de canı sıkılmış olacak ki annemin 'Reçellerimiz de az kaldı...' demesiyle benim  'Yapalım o zaman!' diye atlamam bir oldu. :)
Düşündük,elimizdeki malzemelere baktık ve portakal reçeli yapmaya karar verdik.
Birkaç saat süren Ar-Ge çalışmalarından sonra içimize sinen bir tarif bulduk ve işe koyulduk.

Malzemeler şöyle;
*1 kilo portakal
*5 su bardağı şeker
*3 su bardağı su
*1 tane limon

Yapımı birkaç adımdan oluşan reçeli yapmaya portakalları kaynatmakla başlıyoruz. Güzelce yıkadığımız portakalları -bütün halde- kaynayan suya atıyoruz.10 dakika kaynayan portakalları alıp soğuk suya bırakıyoruz.Portakal kabuğunun acı suyu gitsin diye bu işlemi en az üç kez tekrarlıyoruz.

Daha sonra 5 su bardağı şeker ve 3 su bardağı su ile şerbeti hazırlıyoruz.Şerbet kaynadıktan sonra istediğimiz şekilde kestiğimiz portakalları içine atıp orta ateşte kaynamaya bırakıyoruz. Dilediğimiz kıvama geldiğinden emin olduğumuz reçele bir adet limonun suyunu da ilave ettikten sonra ocaktan alıyoruz ve dinlenmeye bırakıyoruz. İşte hepsi bu kadar kolay! :)

Portakalların bütün olarak kaynatılması Giritlilere ait bir yöntemmiş. Bazı tarifler, Giritlilerin portakal kabuklarını biraz törpüledikten sonra da kaynatabildiğini yazıyor. Ama bana kalırsa kaynayıp acılığını atan kabukların hiçbir zararları olmuyor. Hatta hoş bir görsellik katıyorlar.

Püf noktaları olarak ise şunları söyleyebilirim;
*Portakallar kesinlikle kalın kabuklu olmalı.Bütün tariflerde bu yazıyor,kalın kabuklu portakal eşittir daha lezzetli reçel :)
*Eğer portakal kabuğunun verdiği hafif mayhoşluğu sevmiyorsanız kaynatma işlemini üçten fazla tekrarlamalısınız Böylece daha tatlı bir reçel elde edebilirsiniz.
*Ve şiresi biraz fazla olsun istiyorsanız 5 bardak sudan biraz daha fazlasını koymalısınız. 

Biz bu tarifi çok beğendik.Yapması da çok eğlenceliydi. :)
Denerseniz umarım sizler de seversiniz.
Sofralarımızın tadı ve bereketi eksik olmasın...

Sevgiler ^_^


14 Şubat 2014 Cuma

Bize de mi 14 Şubat ?

Konumuz malum,14 Şubat...
Ama yazımız alışık olduğunuz üzere 'Sevgiliye alınabilecek on alternatif hediye! ' temalı değil.
Ve hayır,merak etmeyin 'Ayy şekerim bize her gün sevgililer günü!' tadında bir yazı da yazmayacağım :)
Zira ben bu nereden türediği belli olmayan günden hiç haz etmem.(Diğer tüm uydurma günlerden etmediğim gibi.)
Ben bu özel(!) günle ilgili fikirlerimi yazmak istiyorum sadece.
Ve başlıyorum...

Her sene bir ay öncesinden başlar sevgililer günü tamtamları çalmaya,hiç sekmez.Mağazalar kampanya başlatır,vitrinlere büyük puntolu afişler asılır,müşterilere e-mail/sms atılır ve o malum günün geldiğini modern tellallarımız böylelikle duyurmuş olur.
Bugüne önem veren bazı kimseler ise ne yapacağının derdine düşer ve fellik fellik aranır.

Benim bu kadar debdebede anlam veremediğim durumlar:

1) 14 Şubat aşkına: En başta yazmakta fayda var; sevgini ifade etmek için belirli gün ve haftaları bekliyorsan zaten o hislerde birtakım arızalar var demektir.14 Şubat hatrına ifade edilen sevgilerden kime ne hayır gelir...

2) Güller dallar: 14 Şubat'ın olmazsa olmazı nedir?? Tabi ki güllleeerrrrrr! (Akşam facebook,twitter ve instagram karıştırırken bol bol göreceğiz gençler şimdiden kendinizi hazırlayın.) Ah o güller,ah o gülleri sevgililer günü diye alanlar,vah o güllere sevinenler... Adam aylar geçmiş sana bir kuru dal almamış, yolda yürürken gördüğü bir papatyayı koparıp kulağının arkasına takmamış ama bugün koca koca güller yollamış,sen de buna göbek atmışsın... Yapmayın etmeyin. :) Akşam iş çıkışı metroyu gözleyin,herkesin kucağında bir demet çiçek olacaktır.Bu durumda gerçekten kendinizi özel hissediyor musunuz? Yahut çiçeği olmayanlar siz kendinizi ezik hissediyor musunuz? Bunu bi' düşünelim...

3)Ayı meselesi: Ve işte bir olmazsa olmazımız daha var ki o da sevimli(!) ayıcıklaaarrr! Hâlâ bunları sevgililerine hediye edenler var mı yahu? Veya 'Bana sevgilim ayıcık aldıııı! ' diye sevinen kızlarımız kaldı mı? Hayatım boyunca anlam veremediğim/veremeyeceğim bir hediye türü olarak : ayı... Şahsen bana böyle bir hediye alınacağına bir adana dürüm ısmarlansa katbekat mutlu olurum. :)

4) Sevgilisi olmayanlardan yağan beddualar: İşte bunlar da ayrı bir hoş! 364 gün üzülme yalnızlığına (ki yalnızlık bazen üzülmeyi gerektiren bir durum değildir) uyduruk bir gün geldi diye depresyonlardan depresyonlar beğen,olacak iş değil.Sağduyunuzu koruyun gençler! :)

5)Sevgiliye hediye evcil hayvan alanlar: Güllere,ayıcıklara eyvallah derim de buna demem işte! Erkenden kendinize anne/baba sıfatı kondurmak için gidip petshoplardan masum yavruları alıyorsunuz. Sonra arkadaşlarınıza 'Teyze olduuuuuunnn!' diyerekten gösteriş yaptığınız hayvanları ya bakamadığınızdan ya da sevgilinizden ayrılıp 'Ondan kalan hiçbir şeyi istemiyorum!' diye feryat ettiğinizden sokağa atıyorsunuz. Ayıp ediyorsunuz!

6) Gün kutlayanlar: Bir de 'Sevgililer gününüz kutlu olsuuuun!' diyerek dolananlar var.Bunlara da ayrı gülüyorum.Sanki Ramazan Bayramı kutluyoruz :)

...

Hediyelerin kuralına uymak için alındığını düşündüğüm, son derece ticari ve dayatma olarak gördüğüm bugün için düşündüklerim aşağı yukarı böyle...
Ama bu yıl 14 Şubat'ın(bakın sevgililer günü demiyorum) benim için de bir önemi var :)
'Ölmeden önce yapılması gerekenler' listesinin bir maddesine kocaman bir çizik atıyorum inşallah.
Belki onunla da ilgili bir post yazarım sonra belli olmaz. ^_^

Not: Bu yazı sevgilimin olması nedeniyle 'tuzu kuruluk' halinde yazılmamıştır. Olmasaydı da düşüncelerim değişmezdi.



Dilerim aşkı her an iliklerinize kadar hissettiğiniz,özel olduğuna gönülden inandığınız günleriniz olsun...
Sevgiler ^_^


9 Ocak 2014 Perşembe

"Dünya" dedi, "bir dilek gerçekleştirme fabrikası değil."

John Green tarafından kaleme alınan Aynı Yıldızın Altında (özgün adı, The Fault In Our Stars) ön yargılarım nedeniyle okumakta geç kaldığım bir kitap oldu.
20'li yaşlardaki okuyucular için gereksiz büyüklükteki puntoları ve daha çok 15-16'lı yaşlarda olan kızlarımızda görmem nedeniyle pek sıcak bakmadığım bir kitaptı. Almadım,okumadım.Ama tahmin edin daha sonra ne oldu? Tabi ki -yine- merakıma yenik düştüm. :)
Sayfalarının azlığı ve zaten 'gerçek anlamda' puntolarının gereksiz büyüklüğü nedeniyle bir çırpıda bitti kitap. Konusu kanser hastası olan iki gencin yaşadıklarından ibaret. Bu alışılmışın aksine acıtasyonlarla dolu bir kanser öyküsü değil,öleceklerini bile bile yaşayan hatta aşık olan iki gencin anlatısı.
Evet biraz etkileyici ve düşündürücü,yer yer de öğretici. Severek okudum.Ancak sevmediğim şeyler de yok değil. Mesela 'hayata ve kansere dair beylik lafların' 17-18 yaşlarındaki karakterler tarafından sarf edilmesi. Söylemek istediğim, yaşlarından büyük cümleler kurabilmeleri... Bu unsur bi' okur olarak beni yer yer hikayeden kopardı.Çünkü kurgu olduğunu bilseniz bile kitabı okurken gerçek olduğuna inanıp,onun dünyasına kapılırsınız.Ben 'gerçek anlamda' kurgu olduğu bilinciyle okudum, keşke inanabilseydim.Kitaba dair okuduğum birkaç yazıda herkes hüngür hüngür ağladığını yazmış. Evet, ben de bazı satırlarda 'gerçek anlamda' duygulandım -belki bir iki damla yaş da döktüm- ama hüngür hüngür ağlamadım. o.O Bir de kitabın sonu biraz hayal kırıklığı yarattı. Beklediğim son o türden bi'şey değildi. Bunlar dışında tavsiye edebileceğim bir kitap Aynı Yıldızın Altında.
Son olarak belirtmek isterim ki bu yıl -sanırım Haziran ayında- kitabın beyaz perdede gösterimi olacakmış. Aslında kitabını okuduğum filmleri izlemeyi pek sevmem.Ancak kitapta -özellikle Hollanda seyahati sırasında- öyle güzel tasvir edilen romantik anlar var kiii işte onları görmek için filmi de izleyebilirim.



Herkese keyifli okumalar dilerim ^_^

Not: Yazıda sıkça 'gerçek anlamda' ifadesini kullanmamın sebebi kitapta saklı ;)


5 Ocak 2014 Pazar

Ustam ve Ben: Düş ve Gerçek

Elif Şafak,her kitabında beni şaşırtmayı başaran, her sayfada kendine biraz daha hayran bırakan yazarlardan.Su gibi akıp giden üslubuyla birbirinden farklı konuları işlemesine yardım eden rengarenk sözcükleriyle zevkle okutuyor kendini Elif Şafak.

Severek okuduğum yazarın son kitabı olan 'Ustam ve Ben' i sabırsızlıkla bekledim.Çıkar çıkmaz okudum ve ne yazık ki bitirdim.Ne yazık ki diyorum çünkü her sevdiğim kitap gibi bunun da bitmesini hiç istemedim.(Evet böyle bir huyum var, ilk sayfasından saran kitaplarda anlatılan dünyaya daldığım zaman bazı satırları defalarca okurum ki sayfa ilerlemesin,kaçınılmaz son gelmesin.Ama merak duygusu ve okuma arzusu o dünyada kalma isteğine her zaman baskın geldiğinden er ya da geç kitap biter.)

Ustam ve Ben için akla ilk gelen "Konusu nedir?" sorusunu cevaplamak gerekirse: Osmanlı Devleti'ne 49 yıl baş mimarlık yapan Mimar Sinan ile filbaz -aynı zamanda Sinan'ın çırağı- olan Cihan ve Çota adındaki beyaz bir fil etrafında gelişen olaylar anlatılıyor.Mimar Sinan'ın çalışma ve öğrenme aşkından, çıraklarıyla olan ilişkilerinden bahsediliyor.Eserlerini nasıl meydana getirdiği aktarılıyor.Muhteşem Yüzyılvari bir kitap olmamakla birlikte bugüne kadar pek konuşulmamış birçok noktaya ışık tutuyor.Tarihte var olmuş karakterlerle Şafak'ın yarattığı karakterler bir arada saygı duyulacak güzellikle işleniyor kitapta.

Ustam ve Ben çok şey öğretiyor. Çoğu şeyi düşündürüyor.En önemlisi 'görmeyi' sağlıyor. Mesela ben artık Süleymaniye Camisi'ne başka bir gözle bakacağımdan eminim. Bu güzel camiye her baktığımda nasıl yapıldığını hatırlayıp ustayı hürmetle anacağımdan eminim.


Sözün kısası Ustam ve Ben'i çok beğendim.
Okunası,satır satır çizilesi bir kitap.
Elif Şafak'ın yazma tutkusuna,kalemine,yüreğine sağlık.